Olağanüstü dönemlere ilişkin kamusal düzenlemeler çok uzun zamandır ulusal yönetim yaklaşımları arasında yer alıyor. Bu konudaki düzenlemeler ilk olarak Roma Dönemi’nde ortaya çıktı, çünkü yöntemi felsefesi ve ihtiyacının kurumsallaşmasında önemli bir dönemdi.
Düzenlemelerin temelinde, olağanüstülüğe neden olan duruma ilişkin bir konu uzmanının, belirli bir dönem için tam yetkilendirilmesi ve diğer organların bu konuda geri planda kalması söz konusuydu. Olağanüstülüğü kabul edilen dönemlerde, yetkilendirilmiş uzmanın aldığı ve uyguladığı kararların yasal sınırları ise farklılık gösteriyordu. Ama genellikle olağanüstü durum ortadan kalktığında yetkilendirme sona erer, alınan kararlar ve uygulamaların yasal boyutları olağan yapılar tarafından değerlendirilirdi.
Olağanüstülüğe ilişkin yetki düzenlemeleri modern dünyada büyük oranda 1. Dünya savaşı dönemi ve sonrasında yapıldı ve hayata geçirildi.
Başta savaş, salgın hastalıklar ve afet odaklı olarak tanımlanan bu düzenlemeler, bilinen genel felaketlerin çeşitlenmesi ve etkisi nedeni ile tehditlere uygun olarak soğuk savaş koşullarını ve ulusal ya da uluslararası terörizmi de kapsayacak şekilde genişletildi.
Roma Döneminden bu yana bu alandaki hemen hemen her düzenleme, olağanüstü duruma ilişkin yetkinin ve bu döneme ilişkin uygulama dönemlerinin, tehdidin sona ermesi ile birlikte bitirilmesidir. Aynı zamanda, bu dönemde yapılan düzenlemelerin de son bulması anayasal güvence ile tanımlanmıştır.
Ancak 1980’lerden sonra ortaya çıkan bir gerçeklik olarak terörizm tehdidi ile birlikte bu uygulamada farklılıklar görülmeye başlandı.
‘Dönemsellik’ kavramı anlamını yitirdi ve süreklilik ön planda yer almaya başladı. ‘Olağanüstü’ olarak değerlendirilen uygulamalar, süreklilik kazanmaya ve yürürlükte kalmaya devam etti.
Koronavirüs de tam olarak böyle bir etki ortaya çıkarıyor. Toplumların salgınla mücadeleye ilişkin yetkileri hükümetlere vermek konusunda son dönemde çok da yadırgamadıkları uygulamalar, şu anda bazı hükümetler tarafından kullanılıyor. Bu uygulamalar öncelikle teknoloji desteği ile yapılabilecek ya da teknolojinin kullanımına ilişkin alanlarda ortaya çıkıyor. Çünkü, teknolojinin var olduğu her alan, göreceli olarak daha kolay kontrol altına alınabiliyor.
Bazı olağanüstü dönemler var ki aslında içine düştüğümüzde olağanlaşacağını anlamaya başlıyoruz. Bu dönemler, daha önce karşılaşılmadıkları için olağanüstü olarak tanımlanıyor ancak ekonomik ya da sosyal alanda bir gerçek olarak yerini alıp olağan hale dönüşüyorlar.
Bu tür olağanüstü durumların dönüştürücü yapısını kabul etmek çok önemli. Terörizm tehdidi başta olağanüstü bir durum olarak ele alındı ve buna ilişkin düzenlemelerle değerlendirildi. Gün geçtikçe bir gerçek halini aldı ve buna ilişkin düzenlemeler ve önlemler, olağan dönemlerin düzenlemeleri arasındaki yerini aldı.
Görünen o ki koronavirüs salgını ile tanımlanan olağanüstü durum yavaş yavaş olağanlaşıyor ve normalin genişletilmesine yol açıyor.
Olağanüstü olarak ortaya çıkan bu durum, teknolojinin de sunduğu olanaklar sonucunda kurumsal bir değişime yol açıyor. Önceleri toplumsal düzene bir tehdit olarak algılanan bu durum, bir süre sonra tamamen yok edilmesi olanaklı olmadığı, tekrarlanma riski yüksek olduğu ya da tekrarlanırsa etkilerinin yıkıcı olması gibi nedenlerle toplumsal düzenin bir parçası olarak tanımlanıyor. Ve ‘olağanüstü’ olarak başlayan bu durum bir anda ‘normalleşiyor’ geçiciliğini kaybediyor ve kurumsal çerçevede içselleştiriliyor.
Bu içselleştirme genellikle üç temel alanda kendini göstermiş bugüne kadar: yönetime verilen gücün kapsamı, geçerlilik süresi ve geçerli olduğu alanlar.
Olağanüstü duruma ilişkin güç ve yetkini verildiği kuruluşların yasal sorumluluk kapsamı ve verilen gücün kullanımına ilişkin yasal çerçeve, demokratik bir yaklaşımla ve anayasal bir modelde ele alınabiliyor. Ancak son yıllarda açıkça görülüyor ki bu tarz uygulamalarda dünyadaki genel eğilim, sorumluluğun demokratik kapsam yerine, politik çerçevede ele alınmasının tercih edildiği yönünde. Bu durum da uygulamalarda çok önemli bir içerik değişikliğine yol açıyor. Olağanüstü koşullarda elde edilen yetkinin sadece politik sorumluluğunun olması, demokrasi ve toplumsal yapıda kalıcı etkileri ortaya çıkarıyor.
Olağanüstü koşulların ekonomik, sosyal, çevresel ve demokratik olarak mümkün olan en az miktarda kalıcı hasar bırakacak şekilde yönetilebilmesi çok önemli. Bu yönetim yaklaşımının demokratik ve anayasal çerçevede denetleme ve sorumluluk kapsamında olması, uygulamada yer alması gereken temel yaklaşım olarak değerlendirilmek zorunda.
Comments