top of page
Yazarın fotoğrafıSelin Çalışkan

Covid-19 Dili

İnsanların şu ana kadar ihtiyaç duydukları ve hayatlarını kontrol altına almasını istedikleri liderlerden duydukları sözler yaklaşık iki ay sonunda bizi nasıl etkiledi? İlk günlerde, bizi iyimser veya kötümser düşüncelere sevk eden, kimi zaman ise çaresiz, umutsuz hissettiren bu sözler, virüsü nasıl etkiledi?



ABD Başkanı Donald Trump, pandemiyi önemsemeyen bir tutum sergiledi ve Çin virüsü olarak adlandırarak meseleyi devletlerarası bir çatışma söylemine dönüştürdü. Brezilya’da Jaid Bolsonaro durumu grip veya soğuk algınlığı olarak kabul ederek ciddiye almadı ve alınacak önlemlerin panik yaratacağını, etkili olmayacağını söyledi. Aynı şekilde İran’da dini lider Hamaney virüsü önemsemedi, ülkede dini faaliyetler devam etti ve İslami tıbba yöneldi. Macaristan’da Orban, karantina sürecinde olağanüstü hal ilan ederek bu dönemde alınmaması gereken bir takım kararların yürürlüğe girmesi için adım attı.


Bahsedilen bu liderler, otoriter rejime eğilimli ve halk için aldığı kararların doğru olduğunu düşünen ve ortaya çıkan salgınların, felaketlerin dış güçler tarafından yapıldığını iddia ederler. Otoriter rejimlerde bu tarz söylemlerin daha fazla olduğunu görürken bu dönemde demokratik olarak adlandırılan ülkelerden hatta supranasyonel yapıda olan Avrupa Birliği’nden de birçok söylemler işittik. Ancak, böyle bir dönemde halkın, kutuplaşmayı körükleyen düşünceleri desteklemediğini ve iyileştirici dili tercih ettiklerini görüyoruz. Örneğin, Kanada Başbakanı Justin Trudeau, virüs salgınını ilk haftalardan itibaren ciddiye aldı ve sakinleştirici ve kapsayıcı bir dil kullanarak süreci başarıyla yürüttü. Bu tutumların eyleme dönüşmesi konusunda en kullanılan araç, kuşkusuz sosyal medya oldu. “Hashtag diplomasisi” ile devletler, gönderdikleri yardım paketleri ve çağrılarında, ‘liderlik’ özelliklerinin başka ülkelerde gelişmesi için fırsat arayışında bulundular. #FromRussiawithLove ve #Russiahelps hashtag'i altında Rusya’nın İtalya ve New York’a tıbbi malzeme gönderimi bu durumun örneklerinden biridir. Sosyal medya yoluyla yapılan açıklamalar, hiç kuşkusuz dezenformasyon sorununa ek olarak ‘undiplomatic’ ve hoş olmayan görüntülere neden olmaya devam ediyor. Son günlerde yaşanan Avrupa Parlamentosu-Çin arasında yaşanan Parlamento Raporu tartışmasında ve Brezilya-Çin arasındaki tweet krizinde dezenformasyon ve diplomatik propaganda sorununu açık bir şekilde görebiliriz.


Böyle bir pandemi krizinin ortasında halk nasıl tepki veriyor?


AB’deki aşırı partilere baktığımızda, bu dönemde partilerin oy oranlarının düşmesinin ve halkta güven uyandıramamalarının nedeni, bu partilerin aşırıcı ve kutuplaştırıcı söylemleri olduğu ortaya çıkıyor. Bu noktada, elbette ülkelerin dinamiğini göz önüne almak gerekiyor. Fakat, krizi çözme noktasında ülkelerin büyüklüğü, ada ülkesi ya da refahı yüksek ülkeler veya kadın/erkek liderler tarafından yönetiliyor olmaları etkili olmuyor. Şeffaf ve gerginlik yaratmayan politikaların olumlu sonuçlar yarattığını görmekteyiz. Ayrıca, çevre ve sosyal konulardaki politikaların da başarıyı etkilediği yönünde görüşler mevcut. Son haftalarda krizde başarılı olan ülkelerin ortak noktası olan kadın liderler örneği veriliyor. Kadın liderlerin bu krizde başarılı olmalarının cinsiyetleri nedeniyle gerçekleştiği argümanına karşı dikkatli olmamız gerektiğini düşünüyorum. Bu cinsiyetçi argüman, kadınları geri planda tutmaya iterek kadınların bu zamana kadar gösterdiği çabayı boşa çıkarabilir, siyasetteki ilerlemesini yavaşlatmaya neden olabilir. Almanya’da Merkel, Yeni Zelanda’da Jacinda Ardern, Tayvan’da Tsai Ing-wen, Danimarka’da Frederiksen, İzlanda’da Katrín Jakobsdótt salgında başarılı olan liderlere örnek gösterilebilirken başarılarının sebebinin toplumun yüklediği cinsiyet rollerinden kaynaklanmadığını, doğru ve etkili iletişim becerileri ve salgın hakkındaki şeffaf bilgilendirme yöntemleri sayesinde başarıyı mümkün kıldıklarını görmekteyiz.



Pandemi süresince liderlerin onay oranlarındaki değişim grafiğine baktığımızda Trump’ın negatif söylemlerine karşın oranında keskin bir düşüş olmadığını görüyoruz. Bu söylemlerin toplumda bir kesimin tepkisine yol açmayacağı su götürmez bir gerçek. Böyle bir kriz noktasında, ülkeler kendilerini yeniden tanımlamalı ve net mesajlar verebilmek için hükümetlerin iletişim stratejileri geliştirmeleri gerekiyor. Yukarıda bahsettiğimiz liderlerin sosyal medya söylemlerine bakarak bir pandemi sözlüğü oluşturmak istersek bir sağlık krizi sözlüğünden çok askeri kriz sözlüğü olurdu.

“..savaşı kazanacağız..üstesinden geleceğiz..Çin virüsü..görünmez düşman.. savaşın sisinde.. seferberlik..yardıma boğarız..” sözleri medyada çokça tercih edildi. Savaş dili olarak adlandırılan, yıllardır her krizde zihinlerden arındırılamayan askeri terimler ne yazık ki Covid-19 virüsünün çözümü olmamaktadır. Virüse karşı savaş ilan edip onu düşmanlaştırmanın hayat kurtarmaktan uzaklaştırdığını düşünüyorum. Enloe’nun bu konuda alternatif -aslında olması gereken- sözcükler geliştirmesi bu şiddet dilini hafızalardan atmaya yardımcı oluyor: “acil durum, toplumsal dayanışma, ortak zorluk, paylaşılan fedakarlıklar..”.


Geleceğin dili, aşırıcılığın, kutuplaşmanın ve insan yıkımının dili değil, koruma, bakım, iyileştirme, yaşam süresini geliştirme, eğitime erişimi kolaylaştırma, adil dağılımı sağlama, birlikte organize etme, dayanışma dili olmalıdır.


128 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page